“Sıradan hayatların içinde sıra dışı işler gerçekleşmesini beklerken yitirmek istemiyorum bu hayatı. Ben başıma gelmesini istediklerimin peşinde koşturmaktansa beklemeyi yeğledim. Ama artık beni bu sıranın dışına itecek şeyi biliyorum. Belki ihtimaller dahilinde değil, gerçekleşmesi güç ama bunu hayal edebilmek hala benim elimde. Ben… yaşamak istediğim her şeyi yazabilirim çünkü.”
Arnavut kaldırım döşeli, 1800’lerin başından kalma binaların çevrelediği, 3 kişinin yan yana zar zor yürüyebileceği, nispeten klostrofobik ama cennete açılırcasına uzanan bu sokağın sonunda bazı kişiler için gerçekten de cennet sayılabilecek bir yer vardı. Sokak boyunca cam vitrinli dükkanlar, halıcılar, kuyumcular, sahaflar ve butik kahve dükkanları ip gibi diziliyordu. Sokağın sonunda ise tüm bunların tek bir yerde toplandığı harikalar diyarından hallice duran otantik bir antikacı yer alıyordu. Buralarda dolaşmanın bir bedeli olmalı diye düşünmeden geçemiyordu kimseler. Belki nostalji aşkı ve çağına ayak uyduramayan insanların uğrak yeri ve hayalperest anlar yaşayarak vakit geçirmektir. Veya toz alerjisi yüzünden birçok şeyi kaçırmaktır. Ne de olsa burada parlayan, göz alıcı hiçbir şey yoktu. Her şey kir pas içinde, eskimiş, pörsümüş, tozlanmış ve başlarına daha birçok şey gelmişti. İşte böyle durumlardan ve eşyalardan nemalanabilen insanlar vardır. Mirza hala nasıl başlayacağına karar veremediği kitabına iyi bir giriş yapmak için sık sık böyle yerlere geliyordu. Hele o sokağın sonunda yer alan antikacı. Oradan bir şeyler almaktan ziyade oraya gelen insanlara bakınıyordu, tam da şimdi yaptığı gibi. O da kendisi gibi bu tozlu rüyaya dalmaktan zevk alan insanların peşindeydi. Kimisinin gülüşü, kimisinin saçı, boyu, dudağı, ten rengi, karakteri hakkında farklı insanlardan kendi hoşuna giden taraflarını özenle alıyor ve hayalindeki hikâyeyi yazmak için tek bir noktada birleştiriyordu. Nihayetinde yazacağı bu kitapta, hayallerinde yaratacağı ideal insanla arasında geçen hikâyeyi yazmaya başlayabilecekti. İnsanların, antikaların ve kitapların arasında dolaşıp göz ucuyla insanları süzerken parmağıyla da serginin üzerinde biriken tozun içinde yol açıyordu. Dükkânın sahibi, buranın ortasında oldukça eski, her biri bir tuğla büyüklüğünde olan ansiklopedilerden birer yığın oluşturmuştu ve diğer eşyaları bunun üzerinde sergiliyordu. Duvarda Osmanlı döneminden kalma birkaç parça harita, diğer eşyalara nazaran çok eski sayılamayacak halılar ve amatör bir ressamın fırçasında çıktığı aşikâr olan tablolar vardı. Karşı duvar ise boydan boya ahşap raflardan oluşan devasa bir kitaplıktı. Kenarda, bu kitaplığın üst sıralarına ulaşılmasını sağlayan seyyar merdiven vardı. Bu mekânın tavan yüksekliği oldukça yüksekti ve bu sebepten yukarıya uzanan o devasa rafların yanına insanlar pek yanaşmıyordu korktukları için. Çünkü rafların ardından birisi, kalın ciltli bu kitapları aşağıya itecekmiş gibi bir görünüm sergiliyordu. İçeri girer girmez tam karşıda kütükten bir çalışma masası vardı. Oranında üzerinde asma kat bulunuyordu. Dükkânın sahibi işi olmadıkça çalışma masasında pek durmuyordu. Ondan ziyade asma kata çıkar, dükkanına gelen ziyaretçileri buradan izler, bir şeyler satın almak isteyen birisi olursa yukarıya çıkar ve ödemesini yapardı. Mirza önce köstekli bir saat, ardından bir güğüm, daha sonra da bir plak çaların üzerindeki tozları dağıttıktan sonra artık gitme vaktinin geldiğini hisseder gibiydi. Ama henüz istediği yahut aradığı şeyi bulamamıştı. Ancak çevresine bakındığında dükkânda ondan ve buranın sahibinden başka kimse kalmamıştı. Ayrıca havanında karardığını da böyle fark etmişti.
- Aradığını bulamadın mı? Dedi dükkânın sahibi.
Mirza bu adamın sesini ilk defa duyuyordu. Daha doğrusu konuştuğunu ilk defa duymuştu. Son bir yıldır neredeyse her hafta en az bir kez de olsa buraya gelirdi. Ama adamın görünüşüne göre gayet uygun bir ses tonu vardı. Hafif göbeği ve ağarmış saçları ile artık kırışmış olan yüzünün altından tok ve babacan bir sesi vardı. Kafasını kaldırıp asma katta kendisini izleyen ihtiyara döndü ve;
- Bilmem. Aslında buradaki her şey benim aradığım türden şeyler, yine de bir karar vermek zor, dedi.
- Antikaları kastetmemiştim, dedi ihtiyar. Yüzünde sanki gizemli bilgeliğiyle gelen alaycı bir gülüş vardı.
- Ne demek istedin?
- İnsanlara çok dik bakıyorsun. Olay çıkartacak birisi değilsin yani birini arıyor gibisin.
İhtiyar çok mu zekiydi yoksa dışarıdan bakınca gerçekten bu kadar belli ediyor muydum diye düşündü Mirza.
- Birinden ziyade birilerinde bir şeyler arıyorum. Onlardan ihtiyacım olan güzel anlar yaşamasını, güzel davranışlarda bulunmasını istiyorum.
- İlginç bir ihtiyaçmış, dedi ihtiyar. Ardından ufak ve aksak adımlarıyla merdivenleri tek tek inerek alt kata geldi. Dağıtılan rafları ve düzeni bozulan eşyaları yeniden yerleştirirken konuşmaya devam etti;
- Ama insanlar her zaman mutlu olmaz ve iyi şeyler yapmaz. Sen sadece güzel yanlarını alırsan gerçeği hiçe sayarsın, dedi.
- Amacım kendime bir gerçeklik yaratmak değil, bir ideali, ütopyayı yaratmak zaten, dedi Mirza.
İhtiyarın yüzünde yine aynı gülümseme belirmişti ve Mirza bunu sinir bozucu buluyordu.
- Unutma ki iyiyi, kötünün varlığı ile biliyoruz, güzeli, çirkini referans alarak biliyoruz. Senin yapmak istediğin şey her ne ise bir ütopya bile olsa temelinde her zaman zıtlıklar olacak. Çünkü siyah olmadan beyaz var olamaz.
Adam garip bir şekilde haklı olabilir diye geçirdi içinden Mirza. Çünkü bazen bazı şeyler kusurlarıyla güzel olur, hatalarıyla sevilir dedi.
- Gel sana bir şey göstereyim dedi ihtiyar. Çalışma masasının arkasına doğru ilerledi ve kirişin arkasına saklanmış kilitli bir dolabı açtı. Mirza adama yanaşınca dolabın içinde daha fazla kitap olduğunu gördü.
- Bunlar nedir? Dedi.
- Bunlar genç arkadaşım yaşanmışlıklar. Sen yaşamak istediğin şeyi yazmak isterken bunları yaşayan insanlar yazdı. İyi veya kötü. Hepsini yaşadılar ve yazdılar. Belki de sadece insanları dikizlemek yerine onları okumayı da deneyebilirsin. Aradığın şey belki de çoktan yaşandı ve yazıldı.
Mirza bunun kendisine nasıl yardımcı olabileceğini düşünürken bir yandan yeni fikirlere açık olması gerektiğini de düşünüyordu. Uzun zamandır yazar olmak için yazmayı denediği hikayesine henüz bir harf ekleyebilmiş değildi ve bir şeyler denemenin zararı olamaz diye düşündü ve ihtiyara dönerek;
- Gerek yok, böyle gayet iyi gidiyorum. Bir şeyler okumak değil yazmak istiyorum, dedi. “Neden böyle dedim ki şimdi” dedi içinden. Halbuki aksini düşünüyordu. Ama bir anda ağzından bunlar çıkıvermişti.
İhtiyar tekrar gülümseyerek elini Mirzanın omzuna koydu ve;
- O halde aradığın şeyi bulmaya yarın devam etmelisin. Saat geç oldu kapatıyorum, dedi.
Mirza başını yukarı aşağı sallayarak onayladığını belirtti ve;
- İyi akşamlar, diyerek ağır adımlarla başı önde dükkândan çıktı.
Bu sefer dalgındı. Etrafındaki insanlara dikkat etmiyordu, onları izlemiyordu. Yolda yürürken önüne çıkan bir çakıl taşını tekmeleyerek yüzlerce metre beraberinde getirmişti. Ne yanı başında trafikte kavga eden magandaları, ne telefonda sevgilisiyle kavga eden çirkef kızı, ne duvarın dibinde içmekten sızan şarapçıyı, ne de birbirleriyle dalaşan kedileri göremiyordu. Attığı her adım ona başarısızlığını hatırlatıyordu. Derinden gelen bir iç çekişle daha ne kadar başarısız olabileceğini düşünüyordu. Beyninde dönen bu hengamede adımları hızlanmış ve eve çok daha çabuk varmıştı. Kapıya geldiğinde anahtarlarını çıkartıp zar zor kapıyı açabilmişti. Adeta düşünce sarhoşluğu yaşıyordu. Anahtarları girişteki masaya fırlattı. Ceketini portmantoya astı. Mutfağa girdi ve buzdolabından bir bira kaptı. Çekmeceden fıstık paketini aldı. Oturma odasına geçti ve koltuğa uzandı. Çantasından not defterini çıkardı ve gün boyu yazdıklarını incelemeye başladı. Çok fazla bir şey yoktu. Oflayıp puflayarak defteri göbeğinin üstüne bıraktı ve tavanı izlemeye başladı. Ellerinden kayıp giden bir hayat vardı ve yaşamasa bile yazması gerekiyordu. En mükemmeli istediğinden bunu hep erteledi. “Ama ben tanrı değilim” dedi içinden. “Kusursuz bir şeyler yazmam imkânsız ve iyi veya kötü artık denemem lazım” dedi. İhtiyar antikacının da dediği gibi “kötüyü bilmeden iyiyi de bilemeyiz.” Ama daha ben ne istediğimi bilmiyorum diye geçirip duruyordu içinden. İçinden veya dışından. Bu kendiyle konuşma seanslarını sık sık gerçekleştiriyordu. Bir faydası da yoktu gerçi. Nihayetinde kendine bilmediği bir şey söyleyemiyordu. Işık hızında hareket eden o düşünceler şimdi ağırlaşıyordu. Belki alkolün etkisi belki de sadece uykusu gelmişti. Ama bunu da sorgulayacak kadar vakti kalmamıştı. Birden göz kapakları da ağırlaşıp kapanıvermişti.
Sabah olduğunda o tiksinç ses yine kulağını tırmalıyordu. Elini telefonuna uzatıp çalan alarmı kapatmak isterken akşam yarım bıraktığı bira şişesini de devirmişti. Daha kötüsü olamaz diye geçiriyordu içinden. Nihayet alarmı kapatmıştı. Tekrardan koltuğuna uzanırken şişede kalan biranın not defterine döküldüğünü gördü. Evet daha kötüsü de olabiliyormuş dedi. Yine de umursamadı ve gözlerini tekrardan kapadı. Aradan geçen birkaç dakikadan sonra telefon yine zırlamaya başlamıştı. Tekrar uzandı ve kapattı. Sonra koltuğa geri uzandı. Bu sefer gözlerini kapatmamıştı. Gece yarım kalan tavan izleme sekansına kaldığı yerde devam ediyordu. Bir yandan döktüğü biranın kokusu burnuna geliyordu. Aradan geçen birkaç dakikadan sonra telefon bir daha zırlamaya başladı. İşim gücüm yok neden hala alarm kuruyorum ki diye geçirdi içinden. Telefona uzandı ve alarmı kapattı. Bu sefer koltukta bir sağa bir sola dönmeye başladı. Bir türlü rahat etmiyordu. Sonra alarm yeniden çalmaya başladı. Bu kadar yeter artık dedi ve hışımla koltuktan kalkarak telefonu eline aldı ve alarmı temelli kapattı. Mutfağa yöneldi ve kahve yapmak için su ısıtmaya başladı. Ardından lavaboda elini yüzünü yıkadı. Aynada kendini görünce iyice bir yaklaştı. Gözlerinin içine bakıyordu. Ne renk bunlar acaba diye geçirdi için. Yıllardır ne olduğunu hala anlayabilmiş değildi. Tokayı çıkartıp dağılan saçını toplayarak yeniden bağladı. Her bir gün diğerinin aynısıydı. Aynada baktığı kendisi ise her gün farklı birisi gibiydi. Her güne farklı bir beden de uyanıyor gibi hissediyordu. Bunları düşünürken aklına okuduğu bir şiirdeki dizeler geliyordu. “…Her şey çok yetersiz senin için, her şey sana çok fazla. Ayıklarsan ayık durabiliyorsun, aranı açıyorsun kendinle eşyayı araladıkça…”
Evet, araladığı her kapı kendisiyle arasını açıyordu. Her gün yürüdüğü yollar, dokunduğu eşyalar aşina olduğu kendisinden uzaklaştırıyordu kendini. Aradığı her şeyin dışarıda olduğunu biliyordu ama gördükleri onu tatmin etmiyordu. Bir çıkmazdaydı aynı zamanda kısır bir döngüde. Denediği her şey onu aynı yola itiyordu. Belki de her şeyi denememişimdir dedi içinden. Suyun artık kaynamış olabileceği aklına geldi ve mutfağa gitti. Gerçekten de kaynıyordu. Kendisine bir filtre kahve hazırladı. Bardağını alıp balkona geçti ve bir sigara yaktı. Şehrin manzarası buradan baya boktanmış dedi içinden. Bunun farkına nasıl oluyor da şimdi varıyorum acaba dedi. Her sabah burada kahve ve sigara içiyorum ama bunu daha şimdi düşünüyorum. Bu şekilde farkına varamadığım kaç şey vardır acaba dedi. Örneğin karşıdaki binanın kendi hizasında olan daireye kiralık ilanı verilmişti. Belki de oranın manzarası daha iyiydi. Bu iç konuşmaların veya dış… saçmalamaya dönmesi de kaçınılmaz gibi bir şeydi. Bu şekilde kaç tane absürt soru sordum acaba kendime dedi. Sayamıyordu bile. Ama bu soruyla birlikte bir yenisi eklendi sanırım dedi. Mesela bir binanın gökdelen sayılabilmesi için ne kadar uzun olması gerekiyordu? Veya dünyada kaç çeşit peynir vardı? 1 galon kaç litreydi? Günün bu zamanlarında aklını kurcalayan saçma sorulardan bir kaçıydı sadece. Bardakta hiç kahve kalmamıştı. Sigarada sönmüştü. Çıkma vakti gelmişti. Dışarı çıkıp insanların güzel yanlarını çalması gerekiyordu. Duygu hırsızlığı da denilebilirdi aslında buna. Suçların en masumuydu bu. Dışarıda matem havası vardı sanki. Garip bir şekilde insanların mutluluğunu sırf çalmak için bile olsa isteyen birisi de olsa, Mirza bu soğuk ve kasvetli havaları çok severdi. İnsanın içini karartıyor olsa bile. Çünkü bu havalar insanı depresif ruh haline sokmaya çok yatkındı ve çoğu insanda buna karşı koymak için normalde olduklarından daha mutlu, daha iyi olmak için kendisini zorluyor diye düşünürdü Mirza. Bu havaların insana daha doğal olan mutluluğu verdiğine inanırdı.
Koyu gri, dar kumaş pantolon üstüne hâkî renk gömleğini giymiş ve soğuk olan hava için de ceketini almıştı üstüne. Son olarak yanından asla ayırmadığı evrak çantasını da omzuna taktıktan sonra hazırdı. Sokaktan çıkana kadar gözerini adımlarından ayırmıyordu. Daha sonra ise başındaki yük tamamen kalkıyor ve gözlerini insanlardan alamamaya başlıyordu. Kulaklığından gelen müzik sesleri yolda dikkatini çeken birisiyle kurduğu hayallerin fon müzikleri oluyordu. Bir elinde taşıdığı not defterinden hayale yakışan anları yazıyordu.
Yürüdüğü yollar onu genelde aynı yere çıkarırdı. Etrafında tozlu tarih kokan bir şeyler olmadan yapamıyordu. Her seferinde kendini o dar ara sokakta buluyordu. Yolun sonunun antikacıya çıktığı o yolda. Farklı şeyler yapması, farklı yerlere gitmesi gerekiyor gibiydi ama adımları onu hep buraya çekiyordu. Soluk bir dokunun içinde silik izleri takip ediyormuşçasına. Tanrı onu sürekli buraya sürüklüyormuşçasına. İçinden bazen insanlardan uzaklaşırsa istediğini alabilirmiş gibi geliyordu. Ama istediğini alabilmek için insanlara bir o kadar da muhtaç olduğunu biliyordu. İkilemlerde kalmak onun için artık normaldi. Ellerini ceketin cebine soktu ve ufak adımlarla sanki bu sokaktan ilk defa geçiyor gibi etrafı inceleyerek yürümeye başladı. Sonunda ihtişamlı ürünlerin yer aldığı cam vitrinin üzerinde oldukça sade hatta basit sayılabilecek tabelalı o dükkânın kapısını aralamıştı. Suratına ilk olarak tavandan sarkan pervanelerin de etkisiyle tozlu hava çarptı. Ardından zeminde döşeli ahşap parçalarının gıcırtılarını duymaya başlamıştı. Buranın altında bir nevi mahzen falan mı var acaba diye düşünüyordu her seferinde. Belki gün yüzüne çıkmayı bekleyen daha fazla antikanın olduğu bir depo vardı. Ya da dükkânın sahibine ait bir şarap mahzeni de olabilirdi. Veya buranın sahibi aslında bir psikopattı ve kaçırdığı kurbanlarını tuttuğu bir yerdi. Evet, abartmakta da üstüne yoktu Mirzanın. Kim bilir, belki de o kırlaşmış ve yaşına göre hala gür olan saç ve sakalla bezenmiş bilge, masum suratının altında ne gizemler ne sırlar yatıyordu. Buraya son gelişinden sonra bazı şeyler değişmişti sanki. Mesela girişte kapının hemen yanında duran, minik granit oyma kartal heykelcikleri artık yoktu. Onlar sanki satılık değil de buranın bir parçası gibiydi hep. O heykelcikleri orada görememek Mirzayı nedensizce üzmüştü de. Ama bir şeylerin her zaman bir değeri vardı ve o değerin karşılığını veren her kimse o şeye sahip olabiliyordu. Doğanın kanunu değildi, insanın doğasıydı bu.
İhtiyar ortalıkta görünmüyordu. Mirza garipsemişti çünkü her zaman asma katta durup müşterileri izlerdi. Ondaki bu bilgelikten kaynaklı gelen üstten bakma huyunun fiziksel karşılığı gibiydi. Oraya çıkıp, insanlara yukarıdan bakarak o pek de gizlemeye çalışmadığı egosunu pekiştiriyordu diye düşünüyordu Mirza. Elleri yeniden kitapların tozları üzerinde gezinirken gözleri de içeride gezinen insanların üzerindeydi. Buraya gelen insanlar da genelde aynı tipte insanlar olduğu için gördükleri, hissettikleri aşina olduğu şeylerdi. Burası ona artık yeni şeyler katmıyordu. Yine de buradan vazgeçmek kolay değildi. Belki de buraya gelmesinin sebebi yazmak için yeni şeyler görmek, öğrenmek değildi, belki sadece burayı seviyordu. Kuvvetle de muhtemeldi zaten. Derken ihtiyar, diğerlerinden ayrı tuttuğu o kirişin arkasındaki dolabın oradan çıkıverdi. “İşte bu” dedi Mirza, “haklıymışım”. Oranın arkasında dükkânın altına inen bir merdiven olmalıydı. Ama buna kendi içinde neden bu kadar tepki vermişti anlayamadı. İhtiyar etrafa göz attığı sürede Mirzayla göz göze gelince başıyla ona selam verip gülümsemişti. Sanki “geri geleceğini biliyordum” der gibiydi. Evet, Mirza sürekli geliyordu buraya ama bu daha çok o defteri almak için geldiğini biliyorum gibiydi. Gerçekten onun için mi geldim buraya dedi içinden. Bilmiyordu. O da başıyla ihtiyara selam verip ona doğru yürümeye başladı.
- Geri geleceğini biliyordum, dedi ihtiyar.
- Hep geliyorum zaten, dedi Mirza.
- Defter için döneceğini biliyordum, dedi.
İşte bu biraz garip diye geçirdi içinden Mirza. Daha az önce kafasından geçirdiği konuşmayı yapıyordu.
- Defter mi? Aklımın ucundan bile geçmedi, dedi.
- Öyle mi? Dedi. Yine de onu almadan buradan gitmeyeceksin.
- Nasıl bu kadar emin oluyorsun ki? Dedi.
- Hiç aynada kendine baktın mı? Dedi. Biraz dikkatli bakan herkes, her şeyin senin için çok yetersiz olduğunu, her şeyin sana çok fazla olduğunu anlayabilir. Ne yaptığını bilmiyorum, insanları izliyorsun, bir şeyler yazmak istiyorsun. Ama artık onlardan alabileceğin bir şey kalmamış. Yaşayan ve yaşayacak hiç kimse sana yardımcı olamaz. Senin artık var olmayan insanların hikayesinden feyz alman lazım.
- Öyle olsa bile bana faydası olacağı ne malum? Dedi Mirza.
- Bilemezsin, ama bu sana farklı bir şey denemek için bir fırsat.
- Ne yazıyor o defterlerde?
- Bilmem hiç açıp okumadım, dedi ihtiyar.
- Bilmediğin şeyler hakkında çok emin konuşuyorsun, dedi Mirza.
- İşte, seninle ortak bir noktamız. Defteri al ve kendi önünü aç, dedi.
Mirza bu konuşmanın garipliğinden ziyade yapaylığına takılıp kalmıştı. Konuşacağı gibi değil de yazacağı gibi konuşuyordu sanki. Yine de onun aslında ne kadar haklı olduğu fikrinden alıkoyamıyordu kendini. Umutsuz bir durumdaydı ve çözüm üretemiyordu, fikir üretemiyordu. Henüz kayda değer bir adım atamamıştı. Kaybedecek bir şeyim yok dedi içinden.
- Şu defterlere bir daha bakabilir miyim? Dedi Mirza.
- Hay hay, dedi ihtiyar eli ile yolu göstererek.
Kirişin ardındaki dolaba geldiklerinde ihtiyar süveterin altından gömleğinin ön cebindeki anahtarı aldı ve dolabın kapağını açtı. Onlarca defter vardı. Hepsinin tek ortak noktası oldukça eski ve genelde siyah deri kaplamaya sahip olmasıydı. Aralarından bir tanesi koyu kahverengi deri kaplama sahipti. Ayrıca kitabın istemsiz açılmaların önüne geçmesi için arka kapaktan ön kapağa uzanan çıt çıtı vardı. Kapağın önünde veya ardında görebildiği kadar bir şey yazmıyordu. Mirzanın gözü ona takılmıştı ve eli de o deftere uzanıyordu. İhtiyar sessizce Mirzayı izliyor ve seçimine karşı müdahalede bulunmuyordu. Defteri eline aldıktan sonra her tarafını inceledi. Çok eskiydi, her halinden belli oluyordu. Hatta diğer defterlerden daha eskiydi ama onlara nazaran daha iyi durumdaydı.
- Bunun değeri nedir? Dedi Mirza.
- Eğer alırsan değeri paha biçilemez, aldıktan sonra ise hiçbir değeri olmaz.
Mirza gözlerini devirerek tekrar sordu;
- Fiyatı ne kadar?
- Sana bunu hediye edebilirim, dedi ihtiyar.
- Hediye mi? Dedi.
Ardından arka cebinden cüzdanını çıkarıp içinden 200 Türk lirasını masanın üzerine bırakıp;
- Sadece sembolik. Teşekkür ederim her şey için, dedi ve dükkândan çıktı. İhtiyar ardından bakarken yine o çok bilmiş gülümseme vardı suratında.
Mirza elindeki defteri doğruca çantasına attı ve kendininkini çıkardı. Hemen yan sokakta söğüt ağaçlarının altında alçak iskemlelerin ve ahşap masaların olduğu şirin bir çay ocağı vardı. Orada olmak için yazılı olmayan bir kural vardı o da en az 50 yaşında olmak. Ama Mirza “ne fark eder ki, benim de içimde de bir dede var zaten” diyerek kendi ve muhtemelen daha birçok kişinin algısını geride bırakarak orada oturmak için yürümeye koyuldu. Havanın kötü olmasından ötürü çok da yoğun değildi. Masalardan biri ağacın hemen dibindeydi. Sırtını ağaca yaslayabileceği şekilde oturdu. Ve kendi not defterini açtı. Ağacın sarkan uzun ve gür dallarının, yapraklarının arasından sızmayı beceren birkaç yağmur damlası Mirzanın henüz şimdi açtığı not defterini ufak çaplı bir bombardımana tuttu. Ceketinin kol kısmıyla deftere sadece bastırarak düşen damlaları daha fazla bulaştırmadan temizledi ve defteri gövdesinin altında kalacak şekilde üzerine eğilerek yazmaya başladı. Önünden geçen her insan birbirinden farklıydılar görüntü olarak ama onların içini görmeye çalıştığında hep aynı şeyi buluyordu. Aynı zevklere sahip, aynı korkulara sahip, aynı hayatlara, aynı bakış açısına sahip ayrı bedenler görüyordu. Bu insanların hikayesini yazmak isteseydi okuyucuya da kendi hayatından farksız bir şey okutacak olurdu. Bunu istemiyordu. Mirza da kendisinin de inkâr etmediği bir ego vardı ve bu ego kendisinin diğer insanlardan daha farklı olduğunu, ilgi alanlarının, düşüncelerinin, duygularının diğer insanlardan farklı olduğunu düşünmesine sebep oluyordu. Bu insanlar içi boş, kabuktan ibaret diye geçirip duruyordu habire içinden. Oysaki kendisi gibi düşünen, kendisi gibi hissedebilen, kendisiyle aynı şeyleri seven birisi… “İmkânsız mı acaba?” diye sordu kendine. Benim gibi birini bulmak, onu yazmak veya âşık olmak. İnsanlara bilmediği, daha önce tatmadığı bir duyguyu yaşatmak, kendi yarattığı bir duyguyu yaşatmak. Tüm bunları o basit insanlara okutmak, onların gözünde bir sihirden farksız olurdu. Kendisi içinse öyle bir kadının varlığı sihir gibi olurdu. Mirza bütün bunları düşündüğünü sanırken hepsini bir yandan yazdığını fark etti. Hayatının, ideolojisinin manifestosu gibiydi adeta. Bir elinde kalem, diğer elinde bir bardak kahve, önünde sağa sola taşınmaktan yıpranmış bir not defteri ama elde var sıfır. Kendi moralini bozmakta çok iyiydi. Geçirdiği saatlerin ardından havanın kararmaya başlamasıyla eşyalarını çantasına tıkıştırıp hesabı ödemek için ayaklandı. Çiseleyen yağmur sağanağa dönüşmüştü. “Üzerimde ince bir ceketle ne yapacağız acaba” diye söylendi kendi kendine. Şakır şakır yağan yağmur suyunun üzerinden kaldırıma atladı ve hızlı adımlarla yağmurun altında yürümeye başladı. Yürürken düşünebildiği tek şey ise “bu yağmurda severek yürümek isteyecek başka aptal var mıydı acaba?”
Üzerindeki son kuru yer de ıslandığında evine varabilmişti. Islanmayı sorun etmiyordu ama esen hava onu oldukça üşütmüştü. Hızlıca içeri girip kapıyı kapattı. Çantasını boynundan alıp içindekileri boşaltırken yatak odasına yürümeye devam etti. İhtiyardan aldığı defteri komodinin üzerine bıraktı. Henüz içine bakma fırsatı olmamıştı. Diğer ıvır zıvır eşyalarını çekmecesine attı ve kendi defterini oturma odasına bırakarak ıslak kıyafetlerini kuru olanlar ile değiştirip kanepesine uzandı. Gözlerini tavana dikme seansına başlamıştı. Gün boyu gördüklerini düşünüyordu. Seçtiklerini birbirine bağlamanın bir yolunu arıyordu. Hepsini tek bir yerde, tek bir vücutta toplamayı deniyordu ancak henüz kendi kafasını toplayamamıştı. Burnuna garip bir koku geliyordu. Kafasını yanı başında devrilmiş bira şişesini çevirince orayı hala temizlemediğini o an anlayabilmişti. Oflamalar eşliğinde uzandığı yerden kalkarak mutfaktan bir bez alıp temizlemek için geri odaya girdi. İşini bitirdikten sonra uzanmak için gelen hevesi de kaçmıştı. Kafasını ellerinin arasına alıp zaten dağılmış saçlarını daha da dağıttı. Not defterinin sayfalarını ardı ardına çevirip bir şeyler yakalamayı umuyordu. Birkaç sayfa da gözü takılmış ve kafasında bazı şeyler belirmişti aslında. Ama şu an bunları yazıya dökebileceğini sanmıyordu. Sadece dikkatini çeken noktaları tekrar tekrar okuyor ve kafasında beliren o görüntüyü daha net hale sokmaya çalışıyordu. Oturduğu yerden kalkıp önce bir gerildi ardından mutfağa geçip dolaptan bir bira açtı kendine. Daha sonra bir de sigara yakıp balkona çıkmıştı. Havanın kararmasıyla soğuk iyice kendini belli ediyordu. Yağmurda hızını kesmiş olsa da aynı yoğunlukta devam ediyordu. Sigaradan ilk dumanı alırken çıkan çıtırtı seslerini dinleyebilmek için bir saniyeliğine durdu. Bu sese resmen aşıktı. Daha sonra ciğerinde biriktirdiği sıcak duman havanın soğuk olmasıyla daha yoğun bir biçimde Mirzanın dudaklarından akıp gitti. Gözlerini karşıya dikip etrafı izlemeye koyuldu. Karşı binaya kitlenmişti. Kiralık ilanı verilen dairenin ışıkları yanıyor, içeride birileri dolaşıyordu. “Sanırım ev sahibi evini yeni kiracılarına gezdiriyor” diye düşündü Mirza. Sigarasından daha derin bir duman aldı ve daha bitirmeden işaret ve baş parmağı arasına alıp boşluğa fırlattı. Havada süzülürken çıkardığı birkaç kıvılcıma bakıp içeri girdi. Uykusu gelmişti. O yüzden kendine bir kahve hazırlamaya başladı. Ama bunu uykusunu kaçırmak için yapmıyordu. Uyumadan hemen önce kahve içip yattığında sabahları daha dinç kalktığını düşünürdü. Belki psikolojik bir durumdu ama o böyle olduğunu düşünürdü. Nihayet kahvesi hazır olunca fincanı aldı ve yatak odasına geçti. Kahvesinden gelen koku onu uyumadan önceki son durağı olan hayallere sokup sokup çıkarıyordu. Son yudumunu da aldıktan sonra gece lambasını kapattı ve uykuya hazır hale geldi.
Bir müddet sonra Mirzanın gözleri hızlı hızlı hareket ediyordu. REM uykusuna geçmiş ve rüyalar görüyordu. Rüyasında;
“Bir kadını görüyordu. Kadının dalgalı, uzun siyah saçları vardı. Hafif koyu buğday bir ten, ince, gözleri ile aynı hizada biten kaşları, küçük ama keskin bakan gözler ve kemikli küçük bir burnu vardı. Burnunun üzerinde, sağ kısmında ufak bir de ben vardı. Bu ben onu olduğundan daha da çekici kılıyordu. Kadın 1.68 veya 1.70 boylarındaydı. Üzerinde beyaz bir kazak onun üzerine siyah bir ceket ve altında yine beyaz bir kumaş pantolonla resmi bir görünümü vardı. Saçları hafif dağınık bir şekilde topluydu. Elmacık kemikleri belirgin, çenesinin ortasında hafif belirgin bir gamzesi de vardı. Dudakları çenesine daha yakındı ve alt dudağı üst dudağına göre nispeten daha kalındı. Kulaklarında fazla abartılı olmayan halka küpeler ve üst kısımlarına doğru parlak küçük küpeleri vardı. Çoğu insanın aksine daha kısa olan bordo renk ojeli tırnakları vardı. Loş bir ortamdaydılar. Anlayabildiği kadarı ile burası bir bardı. Mirza devamlı geldiği o Rock Bar olduğunu düşünüyordu. Kadın kendi kendine konuşuyor ve ara sıra telefonuna bakıp gülüyordu. Kadının önünde bir zamanlar kendisinde sıkça içtiği malt biradan vardı. Rüyasında sıçramalar yaşıyordu. Bir anda kendisini kadının karşısında otururken bulmuştu. Kadın Mirzaya sigara uzatmıştı. Daha sonra kendini onunla muhabbet ederken buluvermişti. Onun verdiği sigarayı içiyordu. Adının Bengü olduğunu söylemişti. Konuşmaları, Mirzanın hoşuna giden, ilgi duyduğu konular üzerineydi. Çok keyif alıyordu. Daha sonra bir sıçrama daha yaşadı. Güzel, güneşli bir günde sahilin yanındaki parkta, çimenlerde oturuyorlardı. Onunla biriktirdiği güzel anlar çoğalıyordu. Sonra bir sıçrama daha. Aynı yataktaydılar. Onu uyurken izliyordu. Uzun zamandır bu kadar huzurlu hissetmemişti. Düşerken tutunduğu ve asla bırakmak istemediği bir tuğla gibiydi. Derken bir sıçrama daha. Kadının üzerinde gelinlik vardı. Evleniyordu. Duvağını kaldırıp öpüyordu. Sonra bir anda yağmur yağmaya başladı. Hava bir anda kara bulutların etkisiyle gece gibi olmuştu. Güzel olan her şey şimdi tek tek yağmurun etkisiyle eriyip gidiyordu. Kadına baktı. Yağmurdan ötürü makyajı akmıştı. Ama ona bakınca daha çok siyah göz yaşları döken acılı bir kadın görüyordu. Kadın Mirzaya yalvarır gibi bakıyordu sanki, öyle hissetmişti. Sanki her şeyin berbat olmasının sebebi kendisiydi ve ondan durmasını istiyordu. Ve bir anda yağmurun yerini gökten yağan sıcak kül parçaları aldı. Küller kadının üzerine yağdıkça eriyordu. O esnada kadının çığlıkları Mirzanın kulağını kanatırcasına tırmalıyordu. Gördüğü ve çektiği acıyla Mirzada avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
Gözlerini açtığında soluk soluğa kalmıştı. Bütün bir ömrü tek nefeste yaşamış gibi hissediyordu. Yanı başında duran saate baktı. Sabah 06:06’yı gösteriyordu. Komodinin üzerinde duran sürahiden bir bardak su doldurdu kendine ve içti. Artık sakinleşmişti. Bardağı tekrar ait olduğu yere koyarken antikacıdan aldığı defteri gördü. Rüyasının son kısımlarını çıkardığında ne kadar güzel bir anı silsilesi olduğunu düşündü. Ve hala hatırlıyorken bunu yazması gerekiyor gibi geliyordu Mirzaya. Defteri eline aldı ve açtı. Ancak sayfaları ardı ardına çevirince bunun tamamen boş olduğunu fark etti. İhtiyar yanlış bir parça verdi galiba diye geçirdi içinden. Ama şu an sorgulamak yerine unutmadan rüyasını yazmak istiyordu. Kalemi de eline aldıktan sonra en başından hatırlayabildiği her detayı yazmaya başladı.
Son cümleyi de yazdığında saat 8’i geçiyordu. Kalemi elinden bırakırken derin bir oh çekti ve arkasına yaslandı. Defteri kapatıp tekrardan komodinin üzerinde bıraktı ve yatağın içine kıvrıldı. Birkaç saat daha uyuyabilirim diye düşündü. Ama hala gördüğü rüyanın etkisindeydi. Ayrıca defterinde tamamen boş olmasına canı sıkılmıştı. Pek de bir umudu olmasa bile yine de bir ihtimal diyerek aldığı defterde tek bir kelime, tek bir anı, tek bir eskiz bile olmamasına morali bozulmuştu. Bu şekilde daha fazla uyuyamayacağını anlayınca yataktan çıktı ve yüzünü yıkamaya gitti. Ardından kahve için su kaynatmaya, mutfağa gitti. Isıtıcının altını açtı. Defteri alıp biraz daha incelemek istiyordu. Yatak odasına gidip defteri tekrar aldı ve sayfaları daha dikkatli incelemeye başladı. Kuşkusunda haklıydı. Sayfaların çoğuna bir şeyler yazılmıştı ama daha sonra silinmişti. İzler çok karmaşıktı. Bu yüzden ne yazdığı hakkında fikir sahibi de olamıyordu. Ayrıca defterden bazı sayfaların eksik olduğu da gözünden kaçmamıştı. Bazı parçalar defterden koparılmıştı. Bunların haricinde bir şey yoktu. Defteri incelemeye dalmışken suyun kaynama sesini duydu. Kahvesini hazırladı, bir sigara yaktı ve balkona geçti. Mirza gördüğü rüyanın sonunu düşünmüyordu bile. O sadece ilk anlardaki güzel kısımlara odaklanıyordu ve bu da ruh halini garip bir şekilde birden değiştirmişti. Sanki rüya değil de gerçekten yaşamış gibi mutluydu. Pek ala yazmaya nerden başlayacağını artık bilmesinin de etkisi vardı tabii. Boktan dediği manzara bir anda daha hoş gelmeye başlamıştı gözüne. İçtiği kahveden, sigaradan zevk alıyordu. Ve karşı binasında kiralık ilanı verilen dairenin perdeleri vardı. Daha dün gece boş olan daireye hemen nasıl yerleşmiş olabilirler ki diye geçirdi içinden. Boş sorular seansına da başlamıştı. Rutinlerini bir bir yerine getirmenin memnuniyetini yaşıyordu. Kahveden son yudumu almış, sigarasından son dumanı çekmişti ve güne başlamak için artık hazırdı. Beyaz tişört üstüne açık krem rengi uzun, kalın kumaşlı bir gömlek, altına koyu lacivert kot, soğuk hava için siyah montunu ve yağışlı havaya rağmen beyaz spor ayakkabılarını giymişti. Evrak çantasını omzuna taktıktan sonra artık çıkabilirdi. Bu sefer ayaklarının değil kafasının götürdüğü yere gidecekti.
Klostrofobik sokağın başına kadar yürüyerek gelmişti. Binaların arasına gerilen iplerde bembeyaz çarşaflar asılıydı. Bugün pek bir boştu burası, pek bir sessizdi. Yürümeye devam etti. Sokağın sonuna geldiğinde tek kaşını anlamsızca yukarı kaldırmış antikacıya bakıyordu. Kepenkler hala kapalıydı. İhtiyar dükkânı açmamıştı bugün. Mirza geldiği yolu olduğu gibi geri yürümüştü. Hazır buraya gelmişken söğüt ağacının altındaki dede kahvehanesine uğramadan gitmek istemiyordu. Aynı şekilde ağacın altındaki boş masaya oturmuştu bile. Kahvehaneyi işleten Cengiz abiden oralet istemiş ve çantasından rüyasını yazdığı, ihtiyardan aldığı defteri çıkarmıştı. Yazdıklarını tekrardan hızlıca okumuş ve eline kalemini almıştı. Bu elindeki kısa öyküyü uzatmak istiyordu. Rüyasında gördüklerine bağlı kalarak daha fazla detay daha fazla anı ekleyerek kitap haline getirecekti. “İşte hikayem böyle başlıyor” diyerek hayal gücünün sınırlarına uzanmaya başladı. İlk olarak tanışma anını detaylandırmaya başladı. Taslak bir nevi hazır olduğu için sadece bazı ufak, hoş detaylar ekliyordu. Ardından rüyasında anılar arasında yaptığı sıçramalarda eksik kalan kısımları dolduruyordu. Rüyasına gerekli eklemeleri yaptıktan sonra yazacakları artık kendi hayal gücüne kalıyordu. Ya yeni bir rüya görmeyi bekleyecek ya da kendisini buna zorlayacaktı.
Rüyasına dair her anıyı detaylandırmıştı. Ve bunu yapmak günün yarısından fazlasına mâl olmuştu. Ama nihayet bitirdim işte diyordu. Artık insanlar o kadar da umurunda değildi. Odağını onlardan ayırıp kendi işine verebiliyordu. Vermesi gerekiyordu. Ve yapması gereken işlerden birini aradan çıkarmaktan çok memnundu. Bundan sonrası kolay olmasa da giriş için zorlandığı kadar zorlanmayacaktı. Eşyalarını çantasına yerleştirip hesabını ödedi ve yapması gereken diğer şey için tekrardan yürümeye başladı. Uzun zamandır gitmediği, rüyasında da gördüğü Rock Bar’a gitmek istiyordu. İstemekten ziyade bunu gereklilik gibi görüyordu. Rüyasını yaşamak ve daha fazla fikir edinmekte önemliydi ama belki de sadece eğlenmek, kafa dağıtmak istiyordu şimdi.
Takıcı ve aksesuar satıcılarının tezgahından oluşan, zemininde her daim gıcırdayan ve üzerine basıldıkça yukarı fırlamaya meyilli bir ara sokaktan geçince istediği yere gelmişti. Girişte, “vahşi batı” temalı kovboy filmlerinden popüler olan yarım bar kapısını geçip mekânın üst katında her zaman oturduğu masaya geçmişti. Saat daha erken sayılırdı. Bu yüzden içerisi çok da kalabalık değildi. Her zaman olduğu gibi bir fıçı bira yanına da cips daha sipariş vermeden masasına gelmişti. Bu mekânda çalışan herkes onu tanırdı ama adını bilmezdi. Mirza da aynı şekilde onları tanırdı ama sadece birinin adını biliyordu. Bundan daha fazla samimi olmaktan hoşlanmıyordu insanlarla. İçe kapanık hallerini çoğu kişi kendini beğenmiş ve egoist tavırlarla karıştırıyor, öyle zannediyorlardı. Ama durumun bununla çok da alakası yoktu. Mirza gerçekten de kendini diğer insanlardan daha zeki ve farklı görüyor, bir miktar da ego sahibi olduğunu kabul ediyordu ama insanlar ile iletişim kurmamasının sebebinin bununla ilgisi yoktu nihayetinde. Cebinden kendi sardığı sigaralarını koyduğu tabakayı çıkarıp içini açtı. Ardından sigaralarla ufak bir münazaraya başladı. Kimisinin çok tombul, kimisinin fazla ince olduğunu söyleyip içmekten vazgeçiyordu. Dudakları arasına tam oturacak, içindeki tütünün de kendisini boğmayacak miktarda birini gözüne kestirdi ve “günün kendini benim için feda edecek şanslısı” diye mırıldanarak sigarasını yaktı. Sonrasında birasından büyükçe bir yudum aldı ve susuzluğunu da gidermiş oldu. Tüm bunlar yaşanırken hava artık kararmaya başlamış ve mekân da yavaş yavaş dolmuştu. Kendini düşüncelerinin hengamesine kaptırdığı sırada önünden geçip çaprazında terastaki masaya oturan bir kadına takıldı gözü. Beyaz bir kazak üzerine siyah bir ceket giymişti ve altında da yine beyaz bir pantolon vardı. Dalgalı siyah, dağınık toplanmış saçlarını belirgin, göze çarpan halka küpeleri süslüyordu. Çenesinin ortasında hafifçe belirgin bir gamzesi vardı ve dudakları da çenesine daha yakındı. Burnun üzerinde onu daha tatlı gösteren bir ben vardı. Buğday teniyle beraber çok da uzun olmayan ojeli tırnaklarıyla bir bütünde sanat eseri gibi duruyordu adeta karşısında. Mirza şaşkınlık ve acele bir tavırla çantasından rüyasını yazdığı defteri çıkardı ve hemen rüyasının başını açıp okumaya başladı. Her cümleyi okuduktan sonra gözü bir müddet kadına takılıyordu. Okudukça, rüyasını yeniden hatırlıyor ve tüm o betimlemeleri yavaşça zihninde canlanıyordu. Nihayetinde karşısında oturan kadının basit bir tesadüften ziyade rüyasında gördüğü kişi olduğunu anlayabilmişti. Buna bir anlam vermekte zorlanıyordu. Hala rüyada olabilir miyim acaba diye düşünüyordu. En mantıklı düşünce bu gibiydi şimdilik. Tanrı ile pek arası yoktu ve doğaüstü şeylere de pek inanmazdı. Ama bu gördükleri gerçekse ya imkansıza tanık oluyordu ya da beyni ona ciddi bir oyun oynuyordu. Tüm bu düşüncelere ışık hızında maruz kaldığından donup kalmıştı ve son baktığı yer kadının kendisiydi. Kendine geldiğinde göze gözeydiler. Mirza hemen bakışlarını kaçırmış ve önündeki deftere odaklanmıştı. Yazılanları tekrar tekrar okuyor ve başka detaylar yakalamaya çalışarak durumun gerçekliğinden emin olmak istiyordu. Ara sıra kadına bakmaya devam ediyor bazı anlarda da yine göz göze geliyorlardı. Kadının kendine has, asil bir duruşu vardı. Ama ara sıra telefonundan bir şeylere bakıp gülüyor, kendi kendine konuşuyor ve fotoğraf çekiliyordu. Mirza başını ellerinin arasına almış, parmakları ile gözlerini kapatıyor ama ufak bir boşluk bırakıp kadını oradan izlemeye devam ediyordu. Evet, mirza kadına bakmıyorken de kadın Mirzaya bakmaya devam ediyordu. Ellerini yüzünden çektiği vakit ise kadın bakışlarını kaçırıyordu. Yeteri kadar düşündükten sonra Mirza durumun gerçekliğinden artık emindi. Hala bir yazdıklarına bir kadına bakıyor, oflayıp pufluyor, başını ovalıyor ve antikacıdan aldığı deftere yazdıklarını başa sarıp okuyordu. Birebir bu durumu yazmıştı. Ve sırada…
Başını kaldırıp tekrar kadına baktı. Kadın elindeki bir dal sigarayı Mirzaya uzatmış ve masasına davet etmişti. Mirza önce önündeki deftere, ardından ardına bakınıp tekrar kadına dönerek eliyle kendini göstererek emin olmaya çalıştı. Kadın başını “evet sana diyorum” anlamında yukarı aşağı sallıyordu. Az önce defterde okuduğu, daha doğrusu kendi yazdığı anı yaşıyordu. Bu oldukça garipti ve Mirzanın içinde bir ses bunun daha da garipleşeceğini söylüyordu. Eşyalarını toplayıp alelacele çantasına tıkıştırdı ve titrek adımlarla kadının masasına yürüdü.
- Merhaba, diyerek söze girdi Mirza. Kadında aynı şekilde karşılık verdi.
- Nasılsın? Buradan bakınca fazla düşünceli ve endişeli görünüyorsun çünkü, dedi kadın gülüşünü gizlemeye gerek duymadan.
Mirza tebessüm edip bir yandan sakinliğini de korumaya çalışarak;
- Bunun için kafa patlatıyorum, dedi çantasından çıkardığı defteri sallayarak. Ama elinde tuttuğu defter antikacıdan aldığı, rüyasını yazdığı defter değil, hikayesi için aldığı notları tuttuğu defterdi.
- Seni bu kadar çıldırtan şey ne peki, diye bir başka soru sordu.
- Kendin görmek, daha doğrusu okumak ister misin?
- Müsaade var mı? Dedi kadın.
Mirza dudağını büküp kafasını yana yatırdı ve “tabii” diyerek defteri kadına uzattı. Kadın defterin sayfalarını narince çevirip aynı asil duruş ve sakinlikle okuyordu. Hareketlerinde hiç aşırılık yoktu. Bazı kısımlarda dudaklarını büzüyor, ilgisini çeken kısımları böylelikle belli ediyordu. Mirza bir ara “defterin en arkasına bakma yeter” demişti. Bu defter kendi defteri olsa da en arka sayfaya rüyasında gördüğü kadının her türlü fiziksel özelliğini not almıştı. Ve şimdi karşısındaki kadın rüyasından fırlamış gibi karşısında oturduğu için onları okursa kendisini sapık falan sanabilirdi ve Mirza da böyle olmasını hiç istemiyordu. Kadın, Mirzanın söylediğine karşı başını eğerek onaylamıştı.
Bir müddet sonra kadın notların tamamını okumuş ve Mirzanın canını sıkan uğraşın ne olduğunu anlayabilmişti. Ancak Mirza asıl durumu saklıyordu ve gerçek sebebini söyleyemezdi. Kadın, parmağı ile tuttuğu bir sayfaya geri dönüp açarak sayfada yazılan bir kısmı Mirzaya göstererek;
- Bu yazdığın baya iyiymiş, dedi.
Buradaki notlar yazmak istediği hikâyeye başladığı takdirde, hikâyenin ortalarında ana karakterin söyleyeceği bir sözdü sadece.
- Bir hikâye yazmak her açıdan çok zor. Hikâyenin ortası veya sonu ile alakalı tonlarca fikrim var ama nasıl bir giriş yapacağımı hala bilemiyorum, dedi. Ardından kadının duyamayacağı bir tonda “şimdiye kadar” diye mırıldandı.
Normalde şiir yazarım, hatta biraz egolu bir yaklaşım olabilir ama oldukça da iyi olduğumu söyleyebilirim. Ama işte, iş bir kitap yazmaya gelince gel gör ki pek de başarılı değilim sanırım, dedi.
- Öyle. Ama bu deftere yeteri kadar not alırsan bence başlamak için bu kadar zorlanmayacaksın. Daha fazla şey görüp geçirmen gerektiğini düşünüyorum, en azından yazmak için, dedi kadın. Ardından elini uzatarak;
- Bengü ben, dedi.
Mirza bir anlığına afallamıştı, tekrardan. Her detayı ile gördüğü, yazdığı kadının adı da aynıydı. Bütün bunların şaka olabileceği gibi saçma bir düşünce bile geçmişti aklından. Ancak henüz yazdığı bu rüyayı kim, nerede, ne zaman okuyacaktı. Dahası kim, neden böyle bir şeyle uğraşacaktı. Ve şimdi de tarifsiz bir ıstırap yaşıyordu Mirza. Bu kadar gerçekçi olan tüm bu anların da rüya olmasından o kadar çok korkuyordu ki bu korku ona acı çektiriyordu şimdi. Her şeyin kusursuz bir güzelliği vardı ve bunu uyanarak kaybetmek istemiyordu. Derken kendine geldi ve kadının havada kalan elini fark etti. Kadın tek kaşını kaldırarak tekrarladı;
- Bengü ben.
Mirza silkinerek kendine geldi ve kadının elini sıkarak;
- Benim adım da Mirza, diye yanıtladı. Sıktığı bu el gayet gerçek hissettiriyordu. Yüzüne çarpan bu rüzgâr, hatta rüzgarla gözüne dolan ve yakan sigara dumanı bile gayet gerçekti. Yaşaran gözlerini elleriyle silerek konuşmaya devam etti. Bengü’nün karşısında garip görünüp her şeyi berbat etmek istemiyordu.
- Ee sen neler yapıyorsun?
Bengü hakkında daha fazla detay öğrenmeye çalışıyordu. Onunla kendisi hakkında ortak noktalar yakalayıp bunlar hakkında konuşmak istiyordu.
- 2 hafta öncesine kadar Balıkesir’deydim, çalışıyordum. Ama şimdi uzun bir süre İstanbul’da olacağım.
- Balıkesir’de ne yapıyordun?
- Restorasyon okudum ben, bir kazıda görev alıyordum. Şimdi oradaki işimiz bitti, bende yüksek lisans yapmak için tekrar döndüm.
Bu bilgi bir anda Mirza’nın ilgisini çekmişti. Nihayet tarihten, eserden, eskiden anlayan, ilgi duyan birisi dedi içinden. Kendisinin tarihe ve eski şeylere yaklaşımı daha farklıydı elbette ama bu bile gayet iyi bir ortak noktaydı. Mirzanın tarihi şeylere yaklaşımı antikalardan oluşuyordu. Mini bir koleksiyoner de denilebilirdi ona. Koleksiyonunda 60 senelik Japon üretimi bir saat, yaklaşık 50 senelik Amerika’dan gelme, hiç açılmamış bir sigara paketi, yine Amerika’dan gelme, oldukça köklü ve zamanının meşhur bir restoran zincirinin eşantiyon kibriti ve 70’lerden kalma plaklar ile pikabı ve daha fazlası vardı. Ama koleksiyonundaki en eski parça 1800’ başlarından, Osmanlı döneminden kalma el yazması bir kitaptı. Birkaç tanıdığı sayesinde kitabın Osmanlıca dil bilgisi kurallarını anlattığını öğrenmişti.
- Yani arkeolog mu oluyorsun? Diye sordu Mirza.
- Yüksek lisansımı bitirdiğimde olabileceğim, diye yanıtladı Bengü.
Gece boyunca birçok şey konuştular. Bengü Bulgar göçmeni bir ailenin kızıydı. Ailesi Edirne’de yaşıyordu. Burada kendi evinde kalıp akademik hayatına devam ediyordu. 25 yaşında işine aşık genç ve güzel bir kadındı ayrıca. Bu da Mirzayla aralarında 2 yıllık bir yaş farkını ortaya çıkarıyordu. Mirza 23 yaşında üniversiteyi yarıda bırakmış birisiydi. Ama onun kendi kendine öğrenme merakı karşılaştığı, iletişim kurduğu insanlarla muhabbette geride kalmasını engelliyordu.
Saat geceyi yarılamıştı. Soluksuz bir sohbetin ardından Bengü;
- Kalkalım mı artık? Biraz yürüsek fena olmaz, diyordu.
- Olur tabii, yürürüz. Hatta istersen birer kahve içer kendimize geliriz, ne dersin?
- İyi olur gerçekten, dedi Bengü.
Bardan çıkınca zemini tahta döşeli ara sokaktan tekrar geçerken takıcılar tezgahlarını çoktan toplayıp gitmişlerdi. Sokaktan çıkınca yürüyüş yoluna geldiler ve Bengü;
- Ne tarafa? Diye sordu.
- Aşağıda kahvesini beğendiğim güzel bir yer var aslında, diye yanıtladı Mirza.
- E hadi o zaman yolu sen biliyorsun, dedi.
Kahveciye yürürken ayak üstü sohbetlerine devam ediyorlardı. Birbirleri hakkında sorular soruyorlar, hayatları hakkında daha fazla bahsediyorlardı. Yürümeye devam ettikçe etrafı saran kokoreç kokusunu alınca Bengü bir anlığına durdu ve “ne kadar güzel koktuğunu” dile getirdi.
- Belli ki sen acıkmışsın, dedi Mirza.
- Sen sever misin? Diye meraklı bakışlar eşliğinde Mirzaya da sordu.
- Pek de canımın istediği bir şey değildir normalde ama sen istersen eşlik ederim tabii, diye yanıtladı.
- O zaman birer yarım gömmemiz lazım, dedi
“Gömmek” diye tekrarladı içinden Mirza. Abes duran bir şey yoktu elbette. Sadece bunu sebepsizce samimi buldu ve içten içten sırıttı.
Birer yarım ekmeği gömdükten sonra kahveciye geldiler. Mirza orta şekerli Bengü’de sade Türk kahvesi söyledi kendilerine. Konuşabilecekleri bir dünya şey vardı. Mirza belki de ilk defa birisi ile korkmadan, ne konuşacağım kaygısı olmadan iletişim kuruyordu birisi ile. Öyle saçma sapan şeyler de değildi üstelik. Ciddi bir düşünceye yönelik tartışmalar dönüyordu aralarında. Mirzanın kurguladığı hikâyede tonla hata yapmış bir karakterin her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladığı, bir daha hata yapmadan yaşayacağı bir idealin sonuçlarını yahut sebeplerini ele aldığı bir durumdu. Ve bunun için kendi hayatı üzerinden bazı örneklendirmeler yapıyordu. Anlattığı her konuda, söylediği her cümlede Bengü’nün gözleri Mirzadaydı. Aynı sakinlikle dinliyordu onu. Sıra Bengü’ye geldiğinde aynı nezaketi gösteriyordu Mirza da.
Saat ilerledikçe artık yorulmuşlardı. İkisi de bu konuşmaya devam etmek istese de artık kalkmaları gerektiğinin farkındaydılar, zaten bunu birbirlerine bakarken de anlayabiliyorlardı. Mirzadan duyamayınca Bengü söylemek zorunda kalmış gibi hissetti kendini.
- Artık kalkmamız gerek, saat baya geç oldu.
- Evet, sanırım, dedi Mirza pek bir isteksiz şekilde.
Bengü, masada duran Mirza’nın telefonunu gözleriyle işaret ediyordu. Mirza ilk başta ne demek istemediğini anlamamış olsa da kısa bir süre sonra “ha” diyerek konuyu anlamıştı. Telefonunu açıp;
- Öyleyse bir daha ne zaman görüşürüz, dedi.
- Haberleşiriz, dedi Bengü basitçe. Ardından Mirzanın elinden telefonunu alıp numarasını yazdı ve geri verdi. Mirza sadece gülümsüyordu.
- Nerede oturuyorsun, diye sordu Mirza.
- Cumhuriyet caddesine çıkıp sağa döndükten sonra 15-20 dakika kadar yürüyorum.
- Öyle mi, dedi Mirza şaşırmaya doymamış şekilde. Benim de evim oralarda, yakın herhalde. Eşlik edebilir miyim? Dedi.
- Tabii, çok sevinirim, diye karşılık verdi Bengü de.
Yol boyunca pek konuşmamışlardı. İkisi de sadece gece boyunca konuşulanları düşünüp içten içe sırıtıyorlardı. Sadece ara sıra Bengü yolu tarif etmek için bir şeyler söylüyor, civardaki sevdiği birkaç restoran veya lokantaların yemeklerini övüp duruyordu. Ardından tekrar serin hava altında titreyerek yürümeye devam ediyorlardı. Nihayetinde Bengü;
- İşte şu sokakta evim, diyerek caddenin karşısındaki sokağı gösteriyordu. Mirza gözlerini kısarak bir Bengü’ye bir sokağa bakıyordu.
- Burada oturuyorsun öyle mi? Dedi. Bengü bu sorunun sebebini anlayamasa da “evet” dedi.
- Tamam devam edelim yürümeye, dedi Mirza.
- Evime gidiyorum zaten.
Şaşırma sırası şimdi Bengü’ye geçmişti.
- Nasıl yani, diyebildi sadece.
- Aynı sokakta oturuyormuşuz, dedi Mirza sırıtarak. Ama bu gülüşün ardında başka bir şaşkınlık gizliydi. Ancak bu gece yeteri kadar tuhaf şey yaşadığı için buna o kadar da takılamamıştı.
Bengü “e iyi madem” dercesine başını eğip devam etti. Sokağın ortalarına geldiklerinde;
- Benim için yolun sonu, dedi Bengü. Mirza en son sırıtışını hiç bozmamıştı. İstifini bozmadan;
- Benim içinde, dedi.
Hemen arkasındaki binanın 3. Katını işaret ederek;
- İşte şurası benim evim, dedi.
Bengü’nün suratına limon yemiş gibi ekşi bir ifade büründü. Mirza’nın gösterdiği binanın tam karşısındaki binayı göstererek;
- Burası da benim evim.
- 3. Kattaki daire mi? Dedi Mirza.
- Evet… de sen nasıl biliyorsun? Daha önce hiç karşılaşmadık seninle. Sen gördün mü beni yoksa?
Mirzayı ufak çaplı bir soru bombardımanına tutmuştu. Mirza ise kendinden emin bir şekilde;
- O kattaki daire bir süre önce boştu, kiralık ilanı verilmişti. Öyle tahmin ettim, dedi.
- Ben yıllardır burada oturuyorum Mirza, dedi.
Az önce kendinden emin tavırlar sergileyen o adam bir anda gitmişti. İçinden sürekli “nasıl olur ya” deyip duruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm, acaba farklı bir daire miydi? Acaba hala rüyada mıyım? Acaba delirdim mi? Neler oluyor? Silkinerek kendine geldi. Beyninde çakan birkaç şimşeğin ardından bir an önce eve gitmek istiyordu.
- Ben başka bir daire ile karıştırdım galiba, neyse. Daha önce hiç karşılaşmamış olmamız çok garip gerçekten, dedi Mirza.
Bengü için aynı sokakta oturduğu birisiyle tanışmış olması dışında garip bir durum yoktu. Bir miktar şaşırmış olsa da buna çok da kafa yormuyordu.
- Oldu o zaman, görüşürüz, dedi ve tatlı bir gülümsemenin ardından el sallayarak binaya girdi. Mirza ardından bakarken o da gülümsüyordu. Bengü içeri girdikten sonra yüzündeki gülümseme gitmiş, yerine donuk ve oldukça ciddi bir ifade konmuştu. Sonrasında hızlı adımlar ile kendi evine yöneldi.
İçeri girip kapıyı kapattı. Oturma odasına geçip çantasından antikacıdan aldığı defteri çıkardı ve önüne koydu. Yazılanları tekrar okuyordu. Kendi eklediği tüm detayları olduğu gibi yaşamıştı bu gece. Ardından durup düşünmeye başladı. O sabah balkonda otururken karşı binadaki dairenin boş olduğuna emindi aslında. Ama şu an şüpheye düşüyordu. Arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı. Sonra oturduğu yerden kalkıp mutfaktan, dolaptan bir bira aldı kendine. Balkona geçip Bengü’nün evine bakıyordu. Işıkları yanıyordu. Perdenin ardında silüeti görünüyordu ve evin içinde bazı işlerini hallediyordu. Sonra ışıkların tamamı söndü. “Sanırım yattı” diye geçirdi içinden Mirza. Henüz söylemişti ki Bengü’nün mutfağının ışığı yandı. Buzdolabından bir şeyler aldı ve pencereye yanaştı. Karşıda kendinde bakan Mirza ile göz geldi. Çok anlaşılmasa da yine gülümsediği belli oluyordu. Tekrardan el sallayarak içeri girdi ve ışığı tekrar söndü. Mirza tüm bu kısmı tepkisiz bir şekilde izlemişti. Bengü içeri girdikten sonra o da kalktı ve oturma odasına, defterin başına döndü. Antikacıdan aldığı defteri açtı ve bir şeyler yazmaya başladı.
“Sanki perdenin ardından karşı binadaki komşumu dikizliyormuşum da aradaki perde kalkmış ve birbirimizin farkına varmışız gibi.”
!!! BU BÖLÜM İLERLEYEN DÖNEMLERDE DÜZENLEMEYE TABİİ TUTULACAKTIR. BU DÜZENLEME BÖLÜME YENİ KISIMLARIN EKLENMESİ, DEĞİŞTİRİLMESİ YAHUT TAMAMEN SİLİNMESİ İLE ANLATIM BOZUKLUKLARI VE DİL BİLGİSİ HATALARINI KAPSAYACAKTIR. HER YENİ DÜZENLEMENİN ARDINDAN BÖLÜM SONUNA DÜZENLEME TARİHİ VE İÇERİĞİ BELİRTİLECEKTİR. !!!
Acemi bir yazara göre müthiş bir giriş. Tebrik ediyorum sizi harika bir okuma keyfiydi.
..